“Âlem-i Penah” Âlemin Sığınağı ve Biz Penahandeler…
17 Aralık 2012, İstanbul, Bilgi Üniversitesi
Binlerce yıl önce Megaralılar küçük kayıkları ile Marmara kıyılarını izleyerek boğaza ulaşınca, gördükleri eşsiz manzaradan büyülenmiş olmalılar. Ben de Boğaz’a her baktığımda, adeta ilk kez görüyormuşçasına büyülenirim.
Ne yazık ki; günün koşturması sırasında; eşsiz manzaranın ardına saklanmış gerçek yüzü ile çarpışırım. Âlemlerin Sığınağı’nın kendi güzelliğinin kurbanı olduğunu kederle hatırlarım. Kentin, yar olmayı ret ettiği kabadayı tarafından başkasına da yar olmasın diye, yüzüne kezzap atılmış talihsiz bir güzel olduğunu düşünürüm.
18. yüzyıla kadar, İsfahan dünyanın yarısı; Viyana İmparator şehri; İstanbul ise kâinatın merkezi diye anılmış. Napolyon “Eğer dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti muhakkak Konstantiniye olurdu,” demiş..
Ama Independent gazetesi Napolyon’u yalancı çıkarıyor. Ünlü dünya kentlerinin nüfus, piyasa, turizm trendleri, ulaşım imkânları, spor ve kültür faaliyetleri gibi alanlarda karşılaştırıldığı bir araştırmanın sonucunda; bilinen bütün tanrıların kutsadığı eşsiz şehir İstanbul yerine, vaktiyle bir bataklığın üstüne kurulan Londra dünyanın başkenti unvanını kazanıyor.
Nasıl olabilir? Benzersiz coğrafyası, benzersiz tarihi ve benzersiz şöhretine rağmen İstanbul ancak 24. sırada yer alıyor.
Bize bahşedilmiş bu şehri hak ettiği makama taşımak için ondan esirgediğimiz nedir?
Bir şehri hak etmek beraberinde sorumluluklar getirir. İstanbullu olmak ayrıcalığının yüklediği sorumluluğun talibine rastlamak adeta imkânsız…
Çünkü şehri kaçınılmaz bir intihara sürüklüyoruz. Eski mahallelerini görgüsüz yapılaşmaya teslim ettiğimizde ortaya çıkan dev yapı, hiç yüzleşemediğimiz bir istiladır. Artık aklı başında herkes İstanbul’un, içinde her an patlayabilecek bir el bombası taşıdığını anlayabiliyor.
Bir kentin küresel başkent olmayı hak etmesi konut ya da araç sayısı ile ölçülmüyor. Temel insan ve doğa haklarının karnesi ile ölçülüyor.
Şehrin gelişmişliği fakirlerin özel araçlara binmesi ile değil, zenginlerin kamu araçlarına binmesi ile ölçülür.
İstanbul’un zenginleri ve yöneticileri ise kamu araçlarına değil, özel helikopterlere biniyorlar. Kentin sıkışıklığından gökyüzüne sığınarak kaçıyorlar. Ortalama üç milyon, son sınırda beş milyon insanı taşıyabileceği söylenen kent; resmi rakam olarak 14, tahmini olarak 17 milyonu barındırıyor.
2010 yılında yabancı ajanslar şehrin aşırı şişirilmiş bir balon olduğunu yazmışlardı.
Ben ise ne zaman patlayacağı meçhul bir kimya ve kültür deneyi gibi diyorum!
Sayısını kimsenin bilemediği camileri, toplu konutları, AVM’leri, izleri silinen tarihi, riskli geleceği, yıkılmış ahşap mahalleleri, yapılmış teneke mahalleleri, imara adanmış ormanları, göçe adanmış su havzaları, çöp yığınları, çöp kokuları, matruşkalar gibi kapağı açıldıkça içinden daha da kötü kopyaları çıkan bir Ucubedir.
Camii sözcüğünü telaffuz etmenin cesaret gerektirdiğini biliyorum. Ancak İstanbul için cesarete ihtiyacımız var.
Süleymaniye “Mimari dehanın başyapıtıdır. İroniye bakın ki; bu başyapıtın silueti bizzat camii iktidarı eliyle yok ediliyor. Çamlıca’ya, Göztepe’ye, Şile’ye, Büyükada’ya Sultanahmet Cami’nin replikalarını dikerek şehrin dimağını tıka basa dinle doldurunca işler yoluna girecek sanılıyor!
Elbette dinler şehirlerin bir parçasıdır ama onları dinlerin taarruz cephesi haline getirmek, şehri dev bir mescitte dönüştürmektir.
Son on yıldır önce sinsice sonra cüretle yapılan ve rakamları gizlenen gerçek budur.
Şehri yöneten, sarhoşunun narasını kısıp dindarının yakarışını yükselttiğinde şehir dindarlaşmıyor, ideolojik esaret altına alınıyor.
Karşılaştırma için tarihten küçük bir örnek sunuyorum; “17 yy başında Paris’te 162, Londra’da 100 kilise varken, İstanbul’da 485 camii, 4492 mescit mevcuttu.
Osmanlı İmparatorluğunun servetinin nereye gittiği popülizm kaygısıyla itiraf edilmez ama cevaplardan biri de bu Camilere gömüldüğüdür.
Doğa katliamı ötesinde, kentin akciğerlerini, kuzey ormanlarını ve su havzalarını yok ederek İstanbul enkazına neden olacak 3. köprü, 3. Havalimanından söz etmek artık nafile.
Etini, sütünü, yününü yağmaladığımız kentin üstünden, defalarca para üretmek ağır yaralı birini bıçaklamaya doyamamak gibidir. Bu acımasızlığı görmeyen ya o paranın ortağıdır ya da âlemi terk etmiş bir derviştir.
Düşünün ki bu utancın filmi bile yapıldı:Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir!
Kent, ağzından alevler saçan bir ejderha gibi çevresindeki her şeye saldırıyor, yutuyor ve azgın bir beton- metal seli olarak yayılıyor.
Her zaman merak etmişimdir?
Neden, bir Londralı merkezde oturmak uğruna Hyde Park’a devasa rezidanslar yapılmasını kabul etmez? Bir kaç parçaya bölünmüş eski bir evin küçük bir stüdyosunda yaşamaya rıza gösterir.
Ben ise, egolarımız uğruna şehrin dört bir yanını arsızca talan edebilme cüretimizi anlayamıyorum.
Aramızdaki ahlaki uçurum hangi toplumsal genlerden derinleşiyor? Bizi, bir Londralıdan daha üstün kılan kenti ve doğasını tahrip etme özgürlüğünün sırrı nedir?
İstanbul’a yapılanlarla ilgili en büyük eleştiri bunun neoliberal yaklaşımın sonucu olduğu. Üzgünüm buna katılamayacağım. Londra, New York ya da Seul de neoliberal metropoller. Bakış aynı olsaydı Londra Belediyesi de gözü gibi koruduğu şehrin tam ortasındaki 450 hektarlık Hyde Park ya da 350 hektarlık Regent Park’ı çoktan imara açmış olmaz mıydı?
Sanırım neoliberalizmi kendi kültürümüz içinde eritip, şehir talanında kalkan olarak kullanıyoruz.
Bir zamanlar bu şehre insanların ferman zoru ile getirildiğini Âşık Paşazade’den aktarmak isterim.
İslam başkenti olarak anıldığı zamanlarda bile; gayrimüslim nüfusunun, Müslüman sakin sayısını iki kez aştığını söylemek isterim.
1839-1860 arası Rus ve Avusturya baskısından kaçan Macar ve Leh göçmenlerden ötürü.
16 Kasım 1868 tarihli Hürriyet gazetesinde Ziya Paşa; “Ticaretimiz, alışverişimiz, evlerimiz bile yabancılara verilirken biz seyirci kaldık. İstanbul boşalacak, bizim yerimize Avrupalılar oturacak,” diyecek kadar endişelenmiştir. Oysa o göç sonucunda şehre edebiyat ve resim yerleşik olarak girmiştir.
Benim sorum göç değil, göç edenin niyetidir.
Taşradaki koşullardan kaçıp gelenler, İstanbul’da kaçtıkları hayatın aynısını kurup, kendilerinden İstanbullu olarak değil geldikleri yerin adıyla söz ederler.
İstanbullu olmayı şiddetle reddederler.
Alanya’da 25 bin civarında Alman yaşıyor. On yıllar içinde Alanya’nın beton tesisleri arasından sıyrılarak kurdukları köyler, Alanyalıların bile model aldıkları çiçek ve yeşil cennetine dönmüş durumda.
İçinde bulunduğumuz şehirler aynı zamanda bize kim olduğumuzu anlatır.
O halde şehri kime değil hangi kültüre teslim ettiğimiz önemlidir.
Herhangi bir şehir değildir artık İstanbul. Ne yazık ki Âlem i Penahtır !
Ve büyük, korkutucu bir yüktür aynı zamanda. Tek bir tuğlayı kaldıracak dermanı kalmamıştır.
Neden bu güzellik Paris kadar değer kazanmadı diye sıkça düşünürüm. Şehri şehir yapan ihtiyaçları önemsememek olabilir mi?
İstanbul’da ilk sokak aydınlatması Paris’ten tam iki yüz yıl sonra 1856 da, o da batılıların mahallesi Pera da başladı.
Londra’da 1540 da açılan rasathane İstanbul’da 1580 de açılır açılmaz, fetva ile yıkılıp, yenisi 1868 e kadar açılamadı. 340 yıl gecikerek.!
Bence Neo-Osmanlıcılık içi boş bir hayranlıkla yaygınlaşıyor.
Ama Osmanlıcılık için emek gerekince ortalıkta kimse kalmıyor.
Lalenin akıbetine bakalım! Osmanlının 1500 tür lalesi olduğu söylenir. Atalarımız Orta Asya’dan yanlarında getirmişler lale soğanını.
Ne yazık ki günümüze tek bir cinsi bile ulaşmayıp, bir zamanlar hediye olarak gönderdiğimiz Hollanda’dan ithal ediyoruz.
Osmanlıya bu kadar düşkün olup, Osmanlının simgesi çiçeği bile üretmiyorsak, önemsiyormuş gibi yaptığımız değerlerde ne kadar samimiyiz sizce?
Günlük hayat gailesiyle, yaşadığımız şehre dönüp bakmayı gereksiz bulduğumuza inanıyorum.
Geleceğe bırakacağı mirasla hiç ilgilenmeyen…
Bazen de şehre ilişkin tahribattan küçük kazançlar umuyoruz…
Kentsel dönüşümde boşaltılan mahalleler bununla yüzleştiler. Mesela Sulukule.
Bin yılı aşkın yaşadıkları yerden evlerini metrekaresi 500 liradan satarak çıkarılan 3400 çingenenin yerini, metrekaresi 4000 liraya satılan 640 Osmanlı villasının İslamcı seçkini aldı.
Kadıköy’deki 200 yıllık Rum Okulu da muhtemelen on yıl içinde kentsel dönüşüme kurban olacak bir başka tarihi yapı. Adeta zaman tünelinden geçiyorcasına tek öğrencisi kalmış ve yanında yükselen uyumsuz yapılarla tuhaf bir tezat gösteren okul şehrin gözüne takılıyor.
Üstelik bunca TOKİ pompasına rağmen hala en pahalı konutlar eski Rum- eski Ermeni evi unvanını taşıyan yerler.
Bu da sahibi olduğumuz sosyal ironilerin en trajik olanı!
Bir yanımız gayrimüslimleri göndermiş olmanın demode kibri ile şişkinken, diğer yanımız eski gayrimüslim evlerinin peşinden sürükleniyor.
Biz şehrimiz için bu kadar endişelenirken, şehri mahvedenlerin umursamazlığını kötülükle açıklayabilir miyiz?
Bence hayır, çünkü onlar sevgilisini öldürmek karşılığı servet vaat edilen arsız katillere benziyorlar.
Şehrin ölümü üstünden ölçüsüz para kazanıyorlar. Bu ahlaksız paranın sahibi oldukları sürece kimse onlara katil gibi davranmıyor.
Zahmetsiz servet, zahmetsiz itibar! Kim talip olmaz ki! Arkasındaki enkaz, sadece kentin gerçek âşıklarının canını acıtıyor.
Onlar da meczup sayılacak kadar azlar.
Sanırım, küresel mirasa değer veren uluslararası anlayışlara şükretmemiz gerekiyor. UNESCO İstanbul’u terk ederse halimiz nice olur?
Düşünün ki, 1984’ten bu yana korumamış olsaydı, TOKİ muhtemelen Sultanahmet’i çoktan villalarıyla ‘süslemişti.’
Ancak uluslararası koruma anlayışı şehri nereye kadar savunabilir?
Kasım ayında endişeli sivil örgütlerden şehre yapılacakları dinleyen yetkilisi Junaid Sorosh-Wali bile “UNESCO’nun da yapabileceklerinin bir sınırı var“ demek zorunda kaldı.
Bu ifadenin Türkçesi şudur; “Şehrinizi intihara sürüklüyorsanız bu kendi bileceğiniz iştir.“
Sonuçta UNESCO talana mani olacak yetkiye sahip değil ama İstanbul’u Tehlike Altındaki Dünya Miras Listesi’ne yazmaya yetkilidir.
Ne acıdır ki İstanbul bu hükümet döneminde defalarca bu listeye alınmakla yüzleşti.
En acı kayıplardan biri de yeni yapıların İstanbul’un siluetine zarar verdiğini tespit eden koruma kurulunun AKP hükümeti tarafından kaldırılmış olması..
Nihayet artık İstanbul siluetine neyin zarar verdiğine uzmanlar değil, tanrının elçileri karar veriyorlar.